9 Şubat 2013 Cumartesi

21 Gram




21 Gram’ı yıllar önce izlemiştim de hiçbir şey anlamamıştım. Çok karmaşık gelmişti o zaman. Bir kez daha izleyince aslında taşların basit bir şekilde, kendiliğinden yerine oturduğunu farkettim. Artık kesinlikle bir kurgu harikası olduğunu düşünmekteyim. Usta oyuncu Sean Penn’e, üst düzey oyunculuklarıyla Benicio Del Toro ve Naomi Watts’ın eşlik ettiği 21 Gram’ın orijinal senaryo dalında aday dahi gösterilmemiş olması çok gülünç kanımca.

Alejandro Gonzalez Inarritu, filmi dağınık bir şekilde sunmuş, parçaları birleştirmekse bize kalmış. Çok farklı bir kurguya sahip. Olaylar doğrusal bir şekilde ilerlemiyor. Yani şu anı anlattığını farzedersek, sık sık geçmişten ve gelecekten bölümler izliyoruz. (Sinema diliyle flashback ve flashforward) İlk yarım saat falan nerdeyse hiçbir şey anlamıyorsunuz. Ne oluyor, ne bitiyor, net anlaşılamıyor. Sonra ufak ufak bir şeyler canlanıyor. Film ilerledikçe de farklı zaman dilimlerinde gösterilen hemen hemen her şey bir bulmaca misali yerine oturuyor.


Meksikalı yönetmen, ilk filmi Amores Perros’da (Paramparça Aşklar, Köpekler) yaptığı gibi yine farklı hayatları bir noktada kesiştirmiş ve kendine bir kez daha hayran bıraktırmış.

Birbirinden tamamıyla habersiz üç insan, üç farklı hayat.
Tek yaşam umudu olarak kalp nakli bekleyen Paul Rivers (S.Penn), kendini inancına adayarak geçmişindeki hataları unutmaya çalışan Jack Jordan (Del Toro), eşi ve 2 çocuğuyla mutlu olan bir anne, Cristina Peck (N.Watts), ve bunları bir araya getiren trajik bir kaza.
Parçalanan hayatlar, dağılan aileler ve yürekleri burkan bir dram.
Kaderleri tek bir kazada birleşen insanlar, yaşanan pişmanlıklar, hayal kırıklıkları, kırılan kalpler, vicdan ve hayat sorgulamaları, alınmak istenen intikamlar, yaşamla ölüm arasındaki ince çizgide verilen mücadeleler..

İstekle ve sabırla izleyeni rahatlıkla içine çekip, farklı duyguları hissetmesini sağlayabilen bir film. Basit bir olayı, müthiş kurgu yeteneğiyle bir başyapıta çeviren Iñárritu, filme işlediği dramla boğazınıza bir düğüm atacak, vicdanınızı ve hayatınızı sorgulamanıza neden olacak.

Çoğunluğun gözden kaçırdığı filmde seyirciye yöneltilen sorularsa insanı düşünmeye sevk eden cinsten:
“Kaç hayat yaşıyoruz?
Kaç kez ölüyoruz?
Ölüm anında 21 gram kaybettiğimiz söyleniyor…
21 grama ne sığar?
Ne kadarı kaybolur?
21 gram ne zaman kaybolur?
Ne kadarı onunla gider?
Geriye ne kadarı kalır?
21 gram… Beş madeni paranın ağırlığı, bir kuşun, bir çikolata parçasının…
21 gram ne kadar çeker?
Ne kadar? “   (http://www.replikler.net/replik/21-grams-21-gram/)

Ölüm anında bedenden ayrılan ruhun 21 gram olduğu söyleniyor. Sizce hayat dediğimiz şey 21 gram değerinde mi gerçekten?

Sonuç olarak bu filmi izleyin, izlettirin ve üzerine düşünün..

5 Şubat 2013 Salı

Ben Nerde Yanlış Yaptım?

Hep sorarım bu soruyu kendime. Bazen ağzımı bıçak açmaz, sessizce bakarım kendi yüzüme. Ama genelde veririm kendime sorduğum sorunun cevabını. İnsan, farkında olmalı kendinin.

Farkında olmak?

Çok önemlidir yaptığın yanlışın da doğrunun da farkında olabilmek. İnsan en azından kendine itiraf edebilmeli hatalarını. Kendini kendine şikâyet edebilmeli yeri geldiğinde. Önce hatayı kendinde aramalı ki toplumsal sorunlar çözüme kavuşabilsin. Herkes birbirine atarsa suçu, nasıl aydınlanır karanlıklar?

Bir insan neden hatasını kabul etmez ki?

Aslında cevap uzakta değil, çok basit: Ego. Hepimizin bencil tarafları var, fıtratımız bu. Bunu bile kabullenemeyenler var. Hata yapmak ve bunu sahiplenmek bu kadar abartılacak bir durum değildir, gayet normal bir şeydir. Kusursuz değiliz sonuçta. Ancak insanlara hep birbirlerinin hataları batar. Kimse kendine bakmaz. Kendisinin değil başkasının hata yapmış olabileceğini düşünür önce.

Eleştiri yapmadan önce özeleştiri yapabilmek lazım. Bu çok önemli bir husustur. Zira özeleştiri yapamayan insan, dışardan gelecek hiçbir eleştiriye de açık olmaz. Daima olumlu sözler duymak ister. Gururunun okşanmasına  ihtiyaç duyar. Acı gerçekleri değil de basit yalanları duymak ister hep. Peki kendini avutmak için söylenen yalanlarla yaşamak nereye kadar?

Herkes ister mutlu olmayı, var mı istemeyen? Yok. Ancak hayat güllük gülistanlık, pembe hava soluduğumuz bir çocuk bahçesi değil ki. İnsan, bir şeylerin bilincinde olmalı, ona göre yaşamalıdır. Gerçeklerin bir gün ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır. Her daim hazır olmak gerekir. Lakin rüzgâr hep aynı yönde esmez. Genel olarak en yerinde ve mantıklı olan tavır; en olumsuz senaryolara hazırlıklı olup, en olumlusunu hayal etmektir.

Gerçeklerle yüzleşmeyi öğrenip, ona sarılabilmek lazım. Yanlış kavramının da insanlar için var olduğunu ve hata yapmanın doğal olduğunu kabullenebilmek lazım. İşte o zaman insanlar birbirine daha fazla tahammül edebilecektir.

Neyse daha fazla uzamasın. Ama kafama takılan bir soru var: İnsanın ısrarla yaptığı bir yanlışı farkında olarak mı yapması daha kötü yoksa farkında olmadan yapması mı? Ben hala karar veremedim, yorum sizin..

2 Şubat 2013 Cumartesi

Django Unchained



Yazıyı filmin giriş müziğiyle okumak isteyenler için: http://www.youtube.com/watch?v=YSnptX0wQwU

Aylar öncesinden, şöyle bir bakış attığımda filmin IMDb sayfasına, ortalamanın biraz üstünde bir film olur gibi gelmişti. Çok incelememiştim, sadece kendimce bir ön yargı koymuştum çok bilenler gibi. Ancak izleyecektim tabii ki filmi. Quentin Tarantino yapmış, Leonardo Di Caprio, Christoph Waltz, Samuel L.Jackson, Jamie Foxx gibi yıldızlar oynamış. Ben de izlemeyeceğim. Olacak iş değil, kaçıramazdım tabii ki. Lakin bir dostumun yayınlanan fragmanı izletmesiyle fikrim değişmişti. ‘O an’ karar vermiştik. Filmi çıktığı gün izlemeliydik.

Nitekim izledik de. Şahsen çok beğendim. Eğlenceli bir western filmi ve süresine rağmen beni bile hiç sıkmadı. Konusu itibariyle de ilgi çekici. Amerikan İç Savaşı'ndan iki yıl önce başlayan hikâye, geçmişinde eziyet çekmiş bir köle (J.Foxx) ile Alman ödül avcısı Dr. King Schultz'un (C.Waltz) yüzleşmesini merkezine alıyor.


  

Konuyu ayrıntılarıyla eşelemek istemiyorum, isteyen buradan okuyabilir: http://www.sinemalar.com/film/201164/zincirsiz

Tarantino, tıpkı Inglorious Bastards (Soysuzlar Çetesi) filminde yaptığı gibi tarihte ezilenlere intikam aldırma amacı gütmüş. Şahsen kölelerin-özellikle de ırkından dolayı aşağılanan siyahi kölelerin- başkaldırması, zincirlerini kırması, özgürlükleri uğruna savaşması çok hoşuma gidiyor. İçinde özgürlük unsurunu barındıran filmler, maça 1-0 önde başlıyor benim için. Bazen farkında bile olmadan olumlu bir etki bırakıyor üstümde. Kim bilir, belki de sahip olduğum adın tesiridir.
 
Yönetmenden bahsedelim biraz. Tarantino, her zamanki tarzını yine konuşturmuş. Güzel bir konuyu araya serpiştirdiği ufak komedi unsurları, vazgeçilmezi haline gelen ve yer yer kullandığı şiddet ve kan sahneleri ile süslemiş. Bu filmde de şaşırtmadı o konuda. Özellikle akılda kalıcı bir kırbaçlama sahnesi ve müthiş bir silahlı çatışma sahnesi var ki buram buram Tarantino kokuyorlar. Bir de kurşunların namlulardan fırladığı sahneler gerçekten çok etkileyici çekilmiş.

Genel olarak müziklerinin güzel olması ve özellikle Jamie Foxx ve C.Waltz’in görülmeye değer oyunculukları güzel olan filmi daha da izlenebilir kılmış. İlk kez Tarantino sayesinde Inglorious Bastards’dan tanıdığım ve hayran kaldığım Waltz, gerçekten şahane bir oyuncu olduğunu yine göstermiş. Yardımcı Erkek Oscar’ına aday zaten bu performansıyla. Genelde yardımcı oyuncu rolünde görmeye alıştığımız Jamie Foxx da başrolün hakkını vermiş ve oyunculuk çıtasını yükseltmiş bu filmle.

Değinmeden geçmeyelim 5 dalda Oscar adaylığı var Django Unchained filminin. Bu sene piyasayı pek takip edemedim, diğer aday filmleri izleyemedim henüz. O yüzden en iyi film ödülünü alır mı bilemiyorum ama en azından özgün senaryo dalında ödül alır gibime geliyor. Alamasa bile mühim değil, gönlümüzden verdik biz o ödülü.

Tarantino Reservoir Dogs, Pulp Fiction, Inglorious Bastards ve bazı filmlerinde yaptığı gibi kamera arkasından, kamera önüne geçiş yapmış ufak bir rolle olsa da. Huylu huyundan vazgeçer mi hiç ? Bu adam kendine bir dünya kurup orada yaşayabilen farklı bir kişilik, tıpkı bir şizofren misali. Çektiği filmlerle bizi de davet ediyor ara sıra o farklı dünyasına. Davete icabet gerekir, değil mi? Django ve henüz çekilmemiş olan Kill Bill 3’ten sonra bir uzun metrajlı film daha çekecek olan yönetmen, sinemaya veda edecek dediğine göre: http://www.filmineral.com/quentin-tarantino-sinemayi-birakiyor.html

Henüz aramızdayken, sıcağı sıcağına izleyin derim bu filmi.

Filmden güzel bir parçayla veda edelim: http://www.youtube.com/watch?v=rIFUpS_8_i8 
Gören de radyo programı bitiyorum sanır.
Auf Wiedersehen.